11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Mustafa Kemal Paşa’nın daha 1923’lerde İzmit konuşmasında dikkati çektiği Kürt meselesinin, büyük bir özgüven içinde daha kapsamlı demokratik ve temel hak ve özgürlükler çerçevesinde çözümünü gerçekleştirebilseydik, bütün vatandaşlarımızın ülkeye aidiyet ve sadakatini pekiştirir ve meselenin bölgesel boyutlara varmasını, böylece uluslararası güçlerin oyunu haline gelmesini engelleyebilirdik” dedi.
Gül, Abdullah Gül Üniversitesi’nin düzenlediği, “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılında Sürdürülebilir Kalkınma Sürecinde Türkiye” etkinliğinde konuştu. Gül, etkinlikte yaptığı konuşmasında; Kürt sorunu, ekonomi ve demokrasiye dair mesajlar verdi.
TIKLAYIN | Abdullah Gül, uluslararası kuruluşları eleştirdi: Gazze’de binlerce sivili öldüren bir örgüt değil, devlet!
Gül, “Gerçekten hüzün vericidir ki bir asır geçmesine rağmen Cumhuriyetimizi hala ileri, gelişmiş bir demokrasi ile henüz taçlandıramadık. Demokrasi tabii ki var Türkiye’de. Ama söylediğim ileri ve gelişmiş bir demokrasi ile ne kastedildiği gayet iyi biliniyor” diye konuştu.
“Denenmiş ve neticeleri görülmüş rasyonel, bilimsel ekonomik ve mali politikaları günlük siyasi konjonktürlerden uzak, kararlı bir şekilde uygulamak lazım” diyen Gül, “Anlamsız denemeler hem halkı yorar hem de Türkiye’ye vakit kaybettirecektir” ifadelerini kullandı.
Gül’ün konuşmasının tamamı şöyle:
“İsmimi taşıyan üniversite olan AGÜ’nün düzenlediği “Cumhuriyetin Yüzüncü Yıl” etkinliğinde siz değerli katılımcılar ile beraber olmaktan büyük mutluluk duyuyorum.
100. yıl olağanüstü bir yıldönümü, yani bir asrın bittiğinden söz ediyoruz. Dolayısıyla böyle bir yüzyıl geçtikten sonra milletimizin tarihinde bunu en iyi şekilde değerlendirmek, bundan dersler çıkartmak, bu çıkan derslerle geleceğe bakmak, gelecek yüzyılın perspektifini çizmek, bütün bunlar için bu tip toplantıların yapılmasını çok önemli görüyorum. Buradan çıkacak fikirlerin politika uygulamalarına geçmesinin çok önemli olduğuna inanıyorum. Arzu ederim ki Türkiye’de çok yaygın şekilde üniversiteler, sivil toplum örgütleri, ciddi müesseseler bu konularla ilgili ciddi çalışmalar yaparlar. Önemli tarihimizin Yüzyılının böyle bir döneminde böyle önemli çalışmalar yapmak büyük bir sorumluluktur. Bütün kurumların, bütün üniversitelerin, bütün devlet kurumlarının, diğer sivil toplum örgütlerinin, aydınların, düşünürlerin, bilim insanlarının yazılar yazması, kitaplar yayınlanması, bütün bu araştırmaların, tartışmaların neticesinde yeni politikaların ortaya çıkartılması gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda çok hareketlilik görmemekten de doğrusu hayret ediyorum. Hala tabii vakit var. Umuyorum ki bu çalışmaların hepsi yapılır.
Şüphesiz ki yüz yıl önce Cumhuriyeti kuranlar, Osmanlı İmparatorluğunun paşaları ve aydınlarıydı. Onlar başta Avrupa olmak üzere dünyadaki köklü değişimi yakından takip ediyorlardı. Zaten İmparatorluğun son yüzyılı ve özellikle son elli yılına baktığımızda hep bu arayışlarla geçti.
Öyle ki, 1808 tarihindeki Senedi İttifak’tan başlayan,1876’da ilk Anayasanın kabulü, 1877’de ilk parlamentonun toplanması, 1908’de ilk çok partili seçimlerin yapılması bütün bunlar aslında Türkiye’nin yolunun Cumhuriyete, demokrasiye evrileceğini gösteriyordu. Tüm bu arayış çabaları Cumhuriyet, hukuk devleti ve demokrasi fikrini benimseyen Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yeni yol haritası olmuştu. Öyle ki, kurtuluş savaşını başlatan cemiyetin adını “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” koyacak kadar
Değerli Arkadaşlar,
Hemen Cumhuriyetin ilanından sonra çok partili siyasi ortama geçme tartışmalarına baktığımızda demokrasi, hürriyet, liberalizm, hükümetin denetimi kavramlarına atfettikleri önem Cumhuriyetin kurucu önderlerinin entelektüel seviyesini gösteriyor. Dolayısıyla kurucuların aklında sadece Cumhuriyet değil daha ilerisine yönelik bir vizyon bulunuyor.
Yeni Türk Devleti ve Cumhuriyetin kuruluşundan bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı çıktı. Şöyle bir birkaç başlıkla gözden geçirmek istiyorum. Bu savaşa Türkiye’yi dahil etmemek ve ülkeyi savaşın yıkımından korumak çok kıymetli idi. Neticede savaşı kapımızda iliklerimize kadar hissetsek de Türkiye’yi savaşın tahribatından uzak tutmayı bir taraf olmayarak başardık.
Öte yandan, 1950’lere kadarki bazı politika ve uygulamaların halkın reformlara yeteri kadar katılımını engellediği de bir gerçektir. Dolayısıyla, yukarıdan aşağıya doğru olağanüstü yönetim altında gerçekleşen uygulamaların neticelerini bugün bile Türk siyaset sathında kutuplaşmaların ana kaynağı olarak görüyoruz.
Her ne kadar 1946 yılından itibaren ülkede çok partili siyasi zemin ve düzgün yapılan seçimler olsa da, ne yazık ki talihsiz askeri müdahaleler ve onların çizdiği çerçevede hazırlanan Anayasalar, sivil siyaset ve yönetimler üzerinde askeri vesayet kılıcını hep canlı tuttular.
Tabii ülkemizde yaşananlar, dünyadaki gelişmelerden kopuk bir şekilde gerçekleşmedi. 1950’lere kadar, Dünya Harbine kadar Almanya, İspanya, İtalya’daki rejimler ki o zaman faşist ve otoriter rejimlerin etkileri de bölgemize yansıdı. Genel itibarıyla, Soğuk Savaş döneminin ideolojik yaklaşımlarının maliyeti öğrenci ve sendika hareketleriyle ortaya çıktı.
Dolayısıyla 1970’ler ve 1980’ler, ideolojik iç çatışmalar ve hesaplaşmalar, demagoji ve polemik dolu kısır siyasi çekişmeler nedeniyle pek çok fırsatı kaçırdığımız yıllar oldu.
Soğuk Savaşın sona erdiği, demir perdenin yıkıldığı 1990’lı yıllarda Avrupa yeni entegrasyon sürecini yaşarken, kısa süreli hükümetler ve siyasi istikrarsızlıklar, uzun görüşlü vizyoner politikalara imkân vermediği için Türkiye olarak bu fırsatlardan da yararlanamadık. Bu yıllarda Türkiye Ele geçirebileceği avantajları da kaybetti.
Önemli bir konuya daha değinmeliyim. Mustafa Kemal Paşa’nın daha 1923’lerde İzmit konuşmasında dikkati çektiği Kürt meselesinin, büyük bir özgüven içinde daha kapsamlı demokratik ve temel hak ve özgürlükler çerçevesinde çözümünü gerçekleştirebilseydik, bütün vatandaşlarımızın ülkeye aidiyet ve sadakatini pekiştirir ve meselenin bölgesel boyutlara varmasını, böylece uluslararası güçlerin oyunu haline gelmesini engelleyebilirdik.
Ne yazık ki önce Sovyetler ve Rusya’nın, ardından da Amerikan güçlerinin kendi bölgesel çıkarları ve öncelikleri doğrultusunda lojistik destek verdikleri bölücü terör, ülkemizin iç barış ve ekonomik kalkınmasında bir engel oluşturdu.
2000’li yılları, yani ‘millenyum’u sadece Türkiye değil, tüm dünya olarak büyük bir heyecanla karşıladık.
Ekonomide liberal değerlerin hakim olduğu, dış politikada diyalog ve işbirliğinin her kapının anahtarı olduğu bir dönem başladı.
Brüksel’de NATO-Rusya Konseyinin tarafları aynı masa etrafında birleştirdiği, karşılıklı dayanışma ve işbirliği mekanizmalarının kurulduğu bu süreç dünya barışı için bir umut oldu. O dönemde elde edilen uzlaşıdan bugün dünyanın geldiği duruma şöyle bakınca doğrusu dehşete düşmemek mümkün değil. O dönemde, Ruslarla NATO üyesi ülkeler olarak bir araya gelip karşılıklı tartışıyor, konuşuyor, problemler diyalogla nasıl çözülür diye fikir üretiyorduk. Böyle samimi bir ortam vardı. Şimdi o ortamdan bugün gelinen noktayı şöyle bir düşünürseniz gerçekten çok dehşet verici.
Ne yazık ki New York’taki 11 Eylül 2001 terör saldırısı bölgemizde ve dünyada güvenlik öncelikli bir bakış açısını öne çıkarttı ve uluslararası konularda uzlaşı yerine tek taraflılığın önünü açtı.
İşte böyle bir dönemde, uzun bir aradan sonra, 2002 yılında, büyük bir çoğunlukla AK Parti Hükümetini kurduk.
Böyle güçlü bir hükümet Türkiye için bir fırsattı. Demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri önemseyen, hukuk ve ekonomi alanlarına reformcu bir zihniyetle yaklaşan ve gerçekten çok ciddi hazırlıklar ortaya koyduğumuz, çok tutarlı ve sağlam bir hükümet programımız vardı.
Ayrıca çevremizdeki ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmek ve ekonomik işbirliği havzası oluşturmak da programımızın bir parçası idi. Hükümetin öncelikleri bu bakış açısının uygulanması idi. Bu sebeple, ABD öncülüğünde bölgemizdeki askeri yaklaşımlara kaygı ile bakmamız ve onlara mesafeli davranmamız gerekiyordu.
Bu mülahazalar 3 Mart tezkeresinin Meclisimizden geçmemesinin nedeni oldu. Nitekim Irak savaşının bir parçası olmak istemediğimizi TBMM’nin hür iradesiyle tüm dünyaya göstermiş olduk.
Bu karar başta Avrupa olmak üzere, Arap ve Türk dünyasında büyük bir saygınlık oluşturdu.
Daha önceki hükümetlerin Avrupa Birliği hedefi sürecini ve ekonominin düzetilmesiyle ilgili yapısal reformlarını üstlenip, daha kararlı ve güçlü bir şekilde bu süreci ve reformları ileri taşıdık.
AB’ne katılmanın iki ön şartı olan Kopenhag siyasi ve Maastricht ekonomik kriterleriyle ilgili düzenlemeleri süratli bir şekilde gerçekleştirdiğimiz için 2005 yılında üyelik müzakerelerine başladık. O müzakereleri başlatan bir kişi olarak doğrusu yine o günlere dönüp baktığımda bunlar çok önemli dönüm noktalarıydı.
Demokrasi, hukuk ve ekonomi-mali konulardaki düzenlemeler reformlarla el ele gittiği için Türkiye’de daha güvenli bir ekonomik iklim yaratıldı. Oluşan güven ortamı Türkiye’yi bölgemizde güvenli bir adaya dönüştürdü ve doğrudan yatırımlara dönük sermaye akımını tarihinin en yüksek seviyesine çıkarttı.
Ekonomide sürdürülebilir bir büyümenin gerçek ölçütü olan “toplam faktör verimliliği” ilk on yıllık ortalama olarak 0.9 gibi son elli yılın en yüksek oranına çıktı. Bu kapsamlı süreç aynı zamanda İslam ve Türk dünyasında da ilham kaynağı oldu.
O güne kadar geri plana atılmış olan Arap ve Afrika ülkeleriyle ilişkilerimizi de bu dönemde geliştirdik Türk Devletleriyle ilişkilere atfettiğimiz özel önemle 2009 yılında Türk Konseyi’ni şimdiki adıyla Türk Devletleri Teşkilatını kurduk.
Bütün bunlar, bu reformcu zihniyet, evin içini düzene koymak ve güçlendirme zihniyeti Türkiye’ye, Türk ekonomisine, Türk demokrasisine çok sağlam irade getirmiş oldu.
Ne yazık ki bu trend devam edemedi. Suriye savaşına çok erken yıllarda siyasi çözüm bulunamaması ve ülkemizin büyük düzensiz göçe maruz kalması, hain darbe girişiminin yaşattığı travma ve büyük depremler, afetler son on yılda ülkemizi çok yordu.
İşte değindiğim bu ana hususlar ve gelişmeler, geçtiğimiz 100 yılın ardından Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılını nasıl tasavvur etmemiz gerektiği konusunda bizi düşünceye sevk etmeli.
Şüphesiz ki, Cumhuriyetin bizatihi kendisi ve ortaya koyduğu demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti ilkelerinin Müslüman bir toplumun bütün kesimleri tarafından kabul edilmesi başlı başına büyük bir başarıdır. Ayrıca övüneceğimiz ve gurur duyacağımız başarılarımız, gelişmeler ve ilerlemeler mevcuttur.
İlerlemeler bakımından son yıllarda özellikle gerçekleştirilen büyük ölçekli imar projeleri önemlidir. Yapılan yollar, köprüler, havaalanlarıyla ve barajlarla ülkemiz takdire şayan bir ivme kaydetti.
Gerçek başarıyı nasıl ölçeriz? Gerçek başarıyı mukayese yaparak ölçeriz. Mukayeseli bir çalışma ortaya konulursa bize benzeyen memleketler nereden nereye geldi? Onlar neler yaptı? Biz neler yaptık? Bu mukayeseli bir çalışmayla ortaya konursa o zaman şapkamızı önümüze koyup ciddi ciddi düşünmemiz gerekiyor. Övüneceğimiz, gurur duyacağımız gerçekten samimi olarak söylüyorum ki çok şey var. İndiğim havaalanlarında, geçtiğim otobanlarda temelini atıp açılışını yaptığımız köprülerde, tünellerde bütün bunların yansımalarını görüyoruz ve övünüyoruz. Ama eğer sadece bunlarla kalırsak o zaman gelecek yüzyılı değerlendiremeyiz.
Acaba bu Yüzyıl içerisinde neler yapsaydık da nerelere gelebilirdik, alternatifler neler olabilirdi? Bunları ciddi insanların düşünmesi ve çalışması gerekir. Bütün bunları söyledikten sonra daha neler yapılabilirdi ama gerçeklemedi şöyle bir hatırlatmak isterim.
Gerçekten hüzün vericidir ki bir asır geçmesine rağmen ‘Cumhuriyetimizi’, hala ileri, gelişmiş bir demokrasi ile henüz taçlandıramadık. Demokrasi tabii ki var Türkiye’de. Ama söylediğim ileri ve gelişmiş bir demokrasi ile ne kastedildiği gayet iyi biliniyor.
Hala orta gelirli bir ülke olmamız ve gelir dağılımında ortaya çıkan eşitsizlik “refah devletleri” arasında henüz zikredilemiyoruz. Uluslararası analizlere, raporlara, ilgili tablolara baktığınızda Türkiye’nin yeri refah toplumları arasında geçmiyor.
Uluslararası endeksler, ekonomiden eğitime, sağlıktan refah ve mutlulukla ilgili alanlara daha iyi bir performans sergilememiz gerektiğini gösteriyor.
Şimdi bütün bunları soğukkanlılıkla değerlendirip geleceğe ümitle bakma zamanı. Geleceğe daha iddialı ve kararlı bakmamız için bir sebep var ortada o da şu ki; bizden ileride olanları yakalamak, aradaki mesafeyi kapatmak hedefimiz olmalı. Şimdi bunun için neler yapmamız gerektiğini de yine birkaç başlıkla dikkatinize getireceğim.
Malum, Cumhuriyetin kuruluşundan beri ortaya konan başlıca hedef, ‘Muasır medeniyetlerin seviyesine çıkmaktır.’ Bu özetle milleti mutlu ve müreffeh yapmak demektir. Bunun için her türlü ideolojik önyargılardan uzak, zihnimizin berrak olması gerekir. Herkesin dünya görüşü ve ideolojisi tabii ki farklı olabilir çoğulculuk zaten bunu gerektiriyor.
Ancak halklarını mutlu ve zengin yapmayı başaran ülkelerin hangi yollardan geçtiği bellidir. Dolayısıyla nasıl refah toplumu olunur, milleti nasıl mutlu edersiniz bunların da cevapları belli aslında.
Biz cihanşümul devletler kuran, imparatorluk geçmişi olan bir milletiz. Büyük bir özgüven içinde önce evimizin içini düzene koymalıyız.
Bunun için evrensel standartlarda, temel hak ve özgürlükleri esas alan, hukukun üstünlüğüne dayalı ileri bir demokrasiyi gerçekleştirmeliyiz. Sürdürülebilir, topyekûn kalkınmanın da zemini budur.
Demokrasinin esasen bir mükemmelleşme süreci olduğunu düşünürsek, geç de olsa kararlı bir siyasi irade ve vizyonla bunu gerçekleştirebiliriz.
Bu bağlamda, Avrupa Birliği üyelik sürecinin bize yardımcı olacağına inanıyorum.
Şuna da açıklık getirmek isterim ki Avrupa Birliğine üyelik siyasi bir karardır. Müzakere süreci bittikten sonra her iki taraf da evet ya da hayır diyebilir. Biz de buna hayır diyebiliriz. Bu tip ülkeler de var. Bugünkü İngiltere, Norveç AB’nin tam üyesi olmayan ülkelerdir. Ama standartları ve müktesebatları açısından baktığınızda AB’den farkları yoktur hatta bazı konularda daha ileri oldukları bile söylenebilir.
Bizim için esas değerli olan AB müktesebatını üstlenerek refah devleti olma yolunda standartlarımızı yükseltmektir.
Cumhurbaşkanı olduğum dönemde de ısrarla dile getirdiğim gibi AB’nin önyargılı siyasi kararlarını bir yana bırakıp, üyelik süreci ile ilgili fasılları kendi irademizle açıp kapamamız, Türkiye’yi siyasi ve ekonomik olarak dirençli ve güçlü hale getirecektir. Aslında bu anlayışa bir zamanlar Ankara kriterleri de demiştik.
Bugün hepimiz görüyoruz ki Türkiye’ye yakışan, yeni yüzyıla modern, demokratik devlet anlayışını ruhunda ve lafzında taşıyan, yeni bir Anayasa ile girmektir.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bugünlerde gündeme getirdiği bu fırsat açık, önyargısız bir yaklaşımla değerlendirilmelidir.
Mevcut Anayasa, farklı zamanlarda yapılan birçok değişikliklerden sonra kendi içerisinde tutarsızlıklar ve noksanlıklar içeriyor. Bu durumda, yeni bir Anayasaya ihtiyaç duyulduğu aşikâr.
Yeni Anayasa, evrensel ilkeleri düstur edinerek, temel hak ve hürriyetleri herkes için her yönüyle eşit vatandaşlık temelinde güçlendirmeli ve teminat altına almalıdır.
Millet olarak mutabık olduğumuz, birlik ve bütünlük ile demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetin temel ilkelerinden taviz verilmemelidir.
Şüphesiz ki modern demokrasilerin şeffaflık ve hesap verilebilirlik kavramlarını, güçler ayrılığı ilkesi ile fren ve denge sistemlerini içinde barındırmalıdır.
Böylece, Türk demokrasisini kurumsallaştıracak yeni bir Anayasaya ulaşılabilir, devirlerden, şahıslardan, iktidarlardan bağımsız, kalıcı, sürdürülebilir ve tutarlı bir adalet ve demokrasi ortamı oluşturabiliriz.
Değerli arkadaşlar,
Türkiye’nin içinde bulunduğu orta gelir tuzağından çıkıp refah toplumu olabilmesi için kaliteli ve istikrarlı bir büyümeyi sürdürülebilir şekilde sağlamak gerekir.
Bunun için denenmiş ve neticeleri görülmüş rasyonel, bilimsel ekonomik ve mali politikaları günlük siyasi konjonktürlerden uzak, kararlı bir şekilde uygulamak lazım. Anlamsız denemeler hem halkı yorar hem de Türkiye’ye vakit kaybettirecektir.
Esasen büyük emeklerle hazırlanan ‘beş yıllık kalkınma planlarımızın’ çerçevesine, temel ilkelerine ve stratejilerine baktığımızda hepsinde bu rasyonel yol haritalarını görürüz.
Umarım, 2019’da 15 yıllık bir perspektifle hazırlanan ve ülkenin her alanda topyekûn bir değişim ve dönüşümünü öngören 11’inci Kalkınma Planının yol göstericiliğinde hükümet politikaları uygulamaya geçer.
Etkili ve inandırıcı bir dış politika öncelikle evin içinde başlar. Evi demokratik ve ekonomik olarak güçlü olan ülkelerin dışarda da eli daima güçlüdür.
Sadece, gurur duyduğumuz askeri gücümüzle ulusal çıkarlarımızı korumak, komşularımızla ve yakın çevremizle işbirliğini güçlendirmek mümkün değildir.
Türkiye tarihi itibarıyla köklü ilişkiler içinde olduğu bölgesinde, yumuşak gücüyle öne çıkmalı ve her bakımdan bir zamanlar olduğu gibi ilham kaynağı haline dönüşmelidir.
Unutmayalım ki ‘sert güç’ karşıtını oluştururken, ‘yumuşak güç’ sizi başkaları için cazibe merkezi yapar ve etki alanınızı kendiliğinden geliştirir. Türkiye bunu gerçekleştirecek potansiyele sahiptir.
Uzun vadeli hedeflerimize ulaşabilmek için kendisine tehdit olmadığı süre içinde, Türkiye bölgesel çatışma ve krizlerin bir parçası olmamalıdır. Bununla birlikte ahlaki sorumluluklarımızı güçlü siyaset ve etkili diplomasi yolluyla yerine getirmeliyiz.
‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ düsturunu rehber edinip, çok taraflı, bağımsız, ulusal çıkarlarımızı her şeyin üstünde tutan, barış ve istikrara hizmet eden politikalara bağlı olmalıyız. Bilelim ki istikrar içinde geçen zaman bizim lehimize çalışır. Çin’in uzun yıllardır süregelen stratejik bakışı gibi. Elin kolun bağlanmasına neden olan bir problem olmadığı sürece, 10-20 yıl gibi bir dönem geçtikten sonra bu hızla gittikçe zaten dünyanın en büyüğü olacağım der Çin. Biz de aslında bölgede bu potansiyele sahip olan bir ülkeyiz. Bizim sadece 10-20 yıla ihtiyacımız var. Kararlı bir şekilde doğru politikalar geliştirip uygulayabilirsek bunu başarabiliriz.
Son olarak şunun altını çizmek isterim. Türkiye’nin büyük tabii kaynakları olan bir ülke olmadığını hepimiz biliyoruz. Bunun için ‘beşeri sermayemizi’ zenginleştirmeliyiz. Bunun yolu da her safhada kaliteli ve çağdaş eğitimle mümkündür. Fiziki anlamda büyük yatırımlar yapılsa da eğitimde vasatlaşma ve fırsat eşitsizliği konuları üzerine önemle durulmalıdır.
Şartlar neyi gerektirirse gerektirsin, bir refah toplumu olabilmek için eğitim konusu Türkiye’nin birinci önceliği olmalıdır. Aksi takdirde diğer hedeflere de ulaşmak mümkün olmayacaktır.
Sanat, edebiyat, kültür bütün bunların yükselebilmesi için iyi bir iklim oluşturmamız lazım. Şu odanın içerisinde tropikal iklimi oluşturursanız ona uygun ağaçlar çıkar. Çöl iklimi oluşturursanız ona göre olur. Dolayısıyla bizim yumuşak gücümüzün en önemli kısımlarından birisi olacak sanat, mimari, edebiyat gibi kültürel alanlarda gelişme sağlayabilmek için iyi bir iklim oluşturmak gerekir. Bunun için de söylediğim şartların gerçekleşmesi gerekir.
İnanıyorum ki bugünkü programdaki değerli katılımcıların fikirleri ve düşünceleri Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılı için yol gösterici olacaktır. Bunların sonunda kalıcı olarak bir kitap haline getirilmesi önemlidir. Böyle bir eser, politika yapanların ve uygulayanların istifade edeceği çok iyi bir kaynak olacaktır. Çünkü geleceğin planları ve programları yapılırken bu tarz fikir jimnastiği süreçleri çalışmalara katkı sağlar, onlara ışık tutar.
Onun için Türkiye’nin bütün büyük üniversitelerinin, ciddi bilim adamlarının, sivil toplum örgütlerinin hepsinin omuzlarında bugün böyle bir sorumluluk mevcuttur.
Bu vesileyle sizlerle bir arada olmaktan duyduğum memnuniyeti bir kere daha ifade etmek isterim.
Hepinize sevgi ve muhabbetlerimi sunarım.”